29 Temmuz 2007 Pazar

ISLAK

Yağmur iyiden iyiye hızlanmıştı. Beni korkutmak için yağdığını sanmıştım o zamanlar. Koyu bir sis bulutu çökmüştü ve etraf sisle özdeş bir bilinmezlik içindeydi. Zaman, yitirmek üzere olduğum her şeyi göstermek istercesine silikleşmiş ve sinsi bir yalnızlık soluk bedenimi sarmalamıştı.

Ben daha çok küçüktüm..

Nasıl temin ettiğimizi hatırlayamadığım eski bir otomobilin içindeydik. Annem, babam, anneannem ve hiçbir şeyin farkında olmayan minik kardeşim. Gerçi ben de ne olduğunu, nereye, niçin gittiğimi (götürüldüğümü) tam anlamış değildim ama, yeni bir yere doğru sürüklenmenin çocuksu hoşnutluğu vardı içimde. Dışarısı kadar ıslaktı içerisi de, ıslaktı sessizlik, düşler ıslaktı, umutlar ıslaktı ve hepside gözlerde cisimleşip buruk bir hüzne dönüşmüştü. Kardeşim biraz gülümseyip, biraz meraklanarak tuhaf sorular soruyordu anneme, annemse donakalmış bir insan siluetiydi ve yanıt vermiyordu bu sorulara. Ben bir şeyler söylemek istiyordum ama büyüklerin tutumundan endişeleniyordum ve dışarıyı seyrediyordum, dışarıda kalan yanlarımla vedalaşıyordum. Sonra kardeşimde sustu. Çok koyu bir belirsizlikle binalar bir bir geride kaldılar ve de ağaçlar, usul usul küçüldüler. Geride kalan hiç yaşanmamış taze bir gelecekti oysa. Bunu o zamanlar nasıl bilebilirdim ki. Yağmur bizi bırakmıyordu. Ne zor bir gün olduğunu büyüdükçe anlayacaktım.

Büyümenin kaçınılmazlığıydı tüm gidişlerim..

Camın kenarından yağmur damlalarının bir kısmı sızıyordu ve geride kalan şehri tam görememenin sıkıntısıyla onlarla oyalanmaya çalışıyordum. Biri içeri giriyordu usulca, daha öncekinin oluşturduğu yolda hızla ilerliyor kuruluğa geldiğinde yavaşlıyor, yavaşlıyor ve sönüyordu, bir sonrakine yer hazırlamak için. Birkaç böyle maceradan sonra hedefe ulaşıyor ve bir zafer edasıyla üzerime sıçrıyorlardı. Çok sevmiştim onları. Damlalar sönükleştikçe anılar beliriyordu. Sonradan anladım ki; çocukluğumla erişkinliğim arasındaki keskin ip o günde saklıydı. Çocukluğum silinip gitti anılarla beraber ve bir daha yağmuru hiç sevemedim. Geçmişimden bir şeyler getirse dahi sevemedim. Hep o keskin günün kasvetli havası ağır basar ve savuştururum yağmurla gelenleri. Yağmur dindi ama damlacıklar bir süre daha devam etti. Gelmiştik.

Kıstırılmış ruhumun gözleri karşılamıştı bizi..

Yeni bir yere gelmenin merakıyla unutuverdim olanları, etrafa bakınıyordum tanımak için. Diğerleri geldiğimize inanmak istemez gibi duruyorlardı, kardeşim ise uyumuştu. Biz okulun içindeki banklarda oturduk, babam müdür beyle konuştu. Kayıt işlemlerini hallettik, sonra müdür beyin yanına döndük. Bu sefer aynı mimik ve işaretlerle başka bir babaya anlatıyordu yapılması gerekenleri. Çocuk babasının elini sıkıca tutmuştu. Annemin elini aradım çocuğa bakarak. İşlemler için gittiler. Aynı kaderi paylaştığım ilk kişiye rastlamıştım. Müdür bey kağıtları imzaladı ve yardımcısı ile konuştu.

Susmanın bitmeyen saltanatına adımlanıyordum..

Müdür yardımcısı bizi yurt binasına götürdü, pansiyon diyorlardı buraya. Sessizdi, kimse kalmıyor gibiydi. Binaya attığım ilk adımla geleceğimi şekillendireceğimi anlayamazdım tabii ve yedi yıl sürecek yurt hayatımda neler kazanıp neler kaybedeceğimi de. Geri dönülmez zaman sürecine adım atmıştım işte. Yatakhanelerin olduğu kata çıktık, yatağımı gösterdi müdür yardımcısı, sabah şu saatte kalkılır, şu saatte yatılır, yatak düzeltilir falan dedi. Dikkatle dinledim hepsini nasılsa otomatik bir sisteme dahil oluyordum. Annem yatağı nasıl düzelteceğimi gösterdi. On altı kişilikti yatakhane ve benimle sayı tamamlanmıştı. Müdür yardımcısı ‘şu anda etüt zamanı yarım saat sonra yemek verilecek, siz gidebilirsiniz’ dedi babamlara. İşte o zaman gerçekten anladım artık buraya ait olduğumu, babamlar gidecekti, hepsi gidecekti. Ben daha çok küçüktüm. Ne olacaktım. Sessizlik oldu bir süre, herkes bakışlarını birbirinden kaçırıyor ve öylece bekliyorlardı. Müdür yardımcısı ‘hadi gidin’ der gibi bakıyordu, babam toparlandı ‘biz gidelim öyleyse’ dedi. Annem gitmeyelim diyen bir suskunluktaydı. İçimden ‘beni de götürün’ çığlıkları dökülüyordu, belli etmemeye çalışıyordum ama korkuyordum. Annemin gözleri daha da ıslanmıştı, anneannem olgun tavırlarla durumu idare etmeye çalışıyordu ama onun da gözleri ıslaktı. Kardeşim olmadık sorular soruyordu.

Sorular üşütüyordu kalbimi..

Yurt binasının kapısında müdür yardımcısı ile birlikte dikildim ve gidişlerini seyrettim. Ailemin gidişini. Ben daha çok küçüktüm. Sadece kardeşim arkasına dönüp bakıyordu ve sürekli konuşuyordu. Sesini duyamıyordum. Göremediğim yüzlerin sıcaklığını yitiriyordum, göremediğim gözlerin ıslaklığıyla ağlıyordum.

Kalmakmış, hayatın bilmediğim hırçın yüzü..

Yağmur başladı tekrar, ıslandı tüm güzellikler, ıslandı geçmiş ve bilinmedi hiçbir şey. Sadece yaşandı ve öylece kaldı yaşanmışlıklar. Yağmur başladı, silikleşti zaman, camların buğusunda minik gövdeler bıraktı geride. Usulca süzüldü sinsi yalnızlık damlacıklara ve silikleşti damlacıklarda.

Ben daha çocuktum, gözlerim kadar küçüktüm.
Yağmur başladı ve ıslandı yaşam.
Ben daha çok çocuktum.

28 Temmuz 2007 Cumartesi

TERK

Annemin sütüydü ilk terk eden beni
Bütün ayrılıkları kalbimin
Böylece başladı


Çocukluğum bir köy resminde kaldı
Oyunlarım taş binalar altında
Elimde bir valiz yol, bitmeyen gidiş
Büyümekti bu, her çocuğun yazgısı
Çaresiz barınağımdı büyümek bildim
Bildim ve silindi gülen resmim
Bir parça yaşamaktı artakalan


Söze sığındım
Bir harfin mağarasıydı günüm
Kırk gün kalem tuttum bir ‘sin’ için
Kırk yıl bir gül için buruştum
Bir masaldan diğerine sarıldım
Bitmeyen bir çığlık için
Büyüyen, kırılan
Ağlamayı unutan her çocuk için
Kırk yıl bir söz için sustum
Söz... büyük ihanetim işte
Sesim hep başka söyledi…korktum
İçimin aziz kavgasını duydum
Söz benim değilmiş anladım bunu
Susmak tahtıymış yerim…sustum


Beni bilmez bugün, ben bugünü bilmem
Eskiler tanır beni kızgın türkülerden
Geçmişin elleri vardır göğsümde
Mirasımdır bu, yazılmıştır
Bir eşkıyanın dinmeyen intikamı
Bir mızrağın ucundaki hınç
Yıllar yıllar devşirdiğim hüzün
Büyüyen, eskiyen yüzümden başka
Hüznümden, geçmişimden başka
Ne vardı zaten, bu olmadık yaşamalarda
Bir matem değil bu, hayır değil
Ağzımın unuttuğum tadı yalnızca.
Demek hüzün bile bitiyor bir gün
Demek yine ağlamak bu doyasıya


Aşk… son terk edeniydi kalbimin
Bir kadın yüzü, bir sır, bir çırpınış
Adını söylesem en güzeli konuştuklarımın
Yüzüne baksam öyle kırmızı
Tüyden ruhunda kalbim… huzur işte.
Huzur yoktur zaten adı olmasa
Nefesim, benim nefesim Bengisu kokardı
Beni yığınların ortasından toplardı
Yaşatmaktı bu başka değil


Bilirsin, korkarım buralardan
Öyle bakıyorsun epeydir, gider gibi
Neydin ki zaten bitmeyen bir akşamdan başka
Neyin sihri bu sende ki
Bu kaybediş hangi sonbahardan
Kalmakmış hayatın hırçın yüzü
Ve bengisu hep gideniydi hayatın.
Giderdin
Öylece kalırdı şehir
Yüzünün rengini verirdin


Annemin sütüydü ilk terk eden beni
Bütün ayrılıkları kalbimin
Böylece başladı


Dualarımı unuttum sonra
Dua dilimin mabediydi kanayan dünyada
Öyle bir güzdü ki hayat
Yağmurları bile üşüdü sevmelerin
Ben çok ıslandım
Yol boyu vedalarında ağlayanların
Gül kokusu yoktu aşkın
Her çocuk büyüdüğüne lanet etti
Her şehir kendini yaktı ben gelince
Sindim, sustum, yenildim bir başıma


Kırılan kalbimin asil duası
Annem
En beyaz sütü annemin
Nerede o berrak gözlerin
Oğlun nasıl tükendi bilsen
Islat acıyan dudaklarımı

ŞEHİR YANGINLARI

Aynalarda saçma görünürüm bazen
Gözlerimde şehrin huzursuz uykuları
Bir yanımda sinmiş çaresiz korkular
Ve hep sabır damarımdır sızlayan

Ne zaman gözümü yumsam bu şehre
Başka bir hüzün
Başka bir mahşer kalbimde ki
Hasta çocuklar elerimi sıcacık tutar
Torbasına göğü sığdıran babalar göğsümde ağlar
Bilseniz güneşten korkan diriler
Her çocuğun ateşinden yananların yangınını

Kumlar işte bu yüzden yanar

Ne zaman yaslansam bu şehre
Şehir gözlerini kapar.

İŞTE GÜNEŞ

Gün korkmuş, gül soğuk
Gidişlerdir yalnız görünen
Bir beyaz örtülü yüz
Nereye olduğu meçhul gibi
Son gibi

Ve sorular
Ah sorular
Bir türlü sonlanmazlar

İşte mahcup bakışıyla güneş
‘İşte güneş’!
‘İşte güneş’!
Herkesin mızrağının ucundaki

Kumlar bile yandığında…

ÇARE

Uysal yüzünde yoktum, yalnızdın
Kadın, kendin, bilen
Ruhunun ininden gülümseyen
Tenin günlerin teni gibi
Kaybederdin ardımdan sözlerimi
Ah eden yanında uyurdum günlerin


Kalbime sustuklarımı üfleyen çare
Üşüyen ellerimin kimsesi
Sev avare yüzümdeki izlerini
Gidişlerimi topla uzak yollardan
Dönüp bakışlarımı bul oradaysa
Ol ah eden yerimden cevaplarla
Yokluğun neyin hıncı böyle hala


Kalbimi telaş telaş okşayan çare
İçimin körpe çocuklarının sesi
Bilirim kim unuttu beni buralarda
Rengini akşamlarıma veren, Ah!
Varım ya şimdi, bilirim, azat mevsimi
Ellerim göğü tutuverecek sanki
Yüce çare, kurtar şehrin vedalarından beni

AKŞAMLA SİLDİN YÜZÜNÜ

Sendin
Zamanın çirkin suratından
Koparılan gül

Yetiştim sandım, geçti
Gündelik yalnızlığım kaldı pencerelerde
Oysa sendin oradaki
Görür gibi olduğum
Yanıldığım

Yetiştim sandım, akşamdı, ah ne yazık
Bulanıktı her şey, her şey uzak
Kovalamaca bitiverdi, akşamdı işte
Yetiştim sandım, sendin, görkemliydin

Sendin
Akşamla sildin yüzünü
Ve beliriverdin
Yenilgilerimin içinde

AH HÜZÜN

Hüzündür işte, benim yüzümdür her şey
Annemsi bir bekleyiş, öylesine, bitmezcesine
İçimde kaybolan bir yankıdır günler
Bilebilsen nasıl da durgundur sabah

Soğuktur, hafif aydınlıktır, solar
Çiğ düşmüş kalbimdir hep susan
Kalbimdir sabaha bile veren soğuğu
Eskiyen başlangıçlardır işte yaşam

Yağmadır artık içerisi bile, hani ya yazdı?
Nerede bıraktım ben o çocuk masumluğumu
Söylesene aşklarda devredilir mi bir sonraya
Ve ölüm, ölümü doyurabilir mi aşklarım benim

Bundandır işte, yüzüm hüzündür benim
Sözlerim bundan bir burukluğu heceler
Çevir aynaya gözlerini bir kerecik ve bekle
Ben miyim beliren, küskün hatıralar mı

Üşümüştür kuşlar, güzdür, giderler
Gitsinler, bir işaret bu, sana ve bana dair
Üzerine sarı bir yaprak ört de dön eskiye
Başlangıçların kirletilen tadındayım ben
Yum gözlerini, yağmurlarımla bir düş göğüme